Amerika – Avrupa ve Sanat

İçinde Yaşadığı Ortamın Özellikleri: Amerika 1940-1970 yılları arasında sanatsal etkinliklerde ön plana çıktı. Bu ülke, diğer konularda da ön planda olduğundan şaşırtıcı bir durum değildi bu. Dünyanın pek çok başka bölgesi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak Amerikanın etkisi altında kaldı. Bu etki hamburger ve blucinden, iş ve siyasal nüfus alanlarına kadar hemen her yerde kendini açıkça hissettirmekteydi. Avrupa, bu gibi ekinliklere özellikle açık olan bir yerdi. İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın dünya liderliğini sona erdirmişti. Savaş aynı zamanda Parisin sanattaki öncülüğüne de son verdi. Avrupa’nın diktatörlükle yönetilen ülkelerinde, yaratıcı sanatın baskı altında bulunması, Alman askeri gücünün hemen her yöreye egemen olmasından sonra Kıta Avrupası kavramının geçerliliğini yitirmesi ve bu kıtadaki birçok sanatçıyla okumuş kimsenin Batıya kaçması, Amerikanın yanısıra bir ölçüde İngiltere’nin de yararlanabileceği iyi bir fırsattı. Paris’in yenilikçi gelenekleri, Avrupalı sanatçı ve eleştirmenler üzerindeki ağırlığını koruyordu. Hem elindeki büyük modern sanat koleksiyonları, hem de Fransa’daki alman işgali, Amerika’da bu yenilikçi geleneklere belli bir uzaklıktan, tarafsızca bakabilmesini sağladı. Bu durum belirli bir yeri dolayısıyla kökleri olmayan tarihe benzer. Mondrian, Leger, Ernst, Dali, Chagall ve Moholy-Nagy gibi Avrupanın birçok önemli sanatçısı, savaş yılları boyunca Amerika’da kaldılar ve ülkedeki varlıklarıyla, onlardan önce yapılmış olanlara katkıda bulundular. Daha önce yapılmış bir takım işlerin, öteki insanlardan hiç de farklı olmayan, cesur,atılgan, önlerinde örneklerin lehinde yada aleyhinde tepkide bulunabilen, inançla donanmış, gözü pek profesyonellerce başarıldığını; onların hiç de insan üstü kişiler olmadıklarını bu Avrupalı sanatçılar kanıtlamıştır. Sonraları Soyut Expresyonizm olarak adlandırılacak akımın öncülüğünü yapan tek bir Amerikalı ressam yoktur. Bu akımın merkezinde, anahtar  eşiğinde bir avuç insan ve onların yanında akıma fazla katkıları olmayan ünlü isimler vardı. Bu iş için uygun manevi ortam da mevcuttu. Bu sanatçılar, NewYork’ta yada bu kentin yakınlarında yaşayan, sık sık buluşarak çalışmalarını ve amaçlarını birbirine anlatan kimselerdi. Konuyla ilgilenen yazarlar, eleştirmenler ve şairlerin kurdukları çevre, tartışmaların daha da derinleşmesine ve daha geniş bir dünyaya yayılmasına yol açtı. Bu ressamlar, köklü birer reformcu değildiler. Daha çok, kendi ruhlarının derinliklerine inen, zaman zaman çevrelerindeki dünyadan fazla, eski mitlerin evrensel özellikleriyle ilgilenen ve kendilerini zenginleştiren düşüncelere, şükran duyguları besleyen idealistlere benziyorlardı. Kierkegaard ve Jungun düşünceleri ile Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) gibi düşünce akımları Avrupadan gelmişti. Ancak, coğrafi olduğu kadar manevi öderlik geleneklerini de yansıtabiliyorlardı. Nitekim, bu ifadelerde sürekli olarak Poeya, Thoreauya ve Whitmana ait düşüncelerin yankılarını bulmak mümkündür. Bunların ilk anda karşı karşıya kaldıkları sanat sorunları, Kübizmin biçimsel sonuçları ve Sürrealistlerin ilkel temaları olarak özetlenebilir. Ancak Amerikalı sanatçılar, aynı zamanda Meksika duvar resimlerine, bu resimlerin taşıdıkları toplumsal bildirile ve Federal Sanat Projesinin az çok uğradığı başarısızlığa dönüp bakabilmişlerdir.(Federal Sanat Projesi 1933de, sanatçıları desteklemek için NewDeal (Yeni Düzen) Programı uyarınca başlatıldı. Yöneticsi Halger Cahillin dediği gibi toplumun günlük hayatıyla, sanatı bütünleştirmeye yönelik çalışmaları amaçlamıştı. Ama beklenen başarıyı gösteremedi). Ayrıca Amerikalı sanatçılar, çağdaş Amerikan hayatında politil açıdan belirgin bir gerçekçilikle resim sanatına eğilme, kentsel ve kırsal yaşamı resmetme yolunda son on yıllık dönemlerde Amerikan sanatında yapılan atılımları da gözlemlemişlerdi. Bunlarla birlikte, anılan sanatçılar Avrupa modernizminin bir ölçüde işlenmemiş konularına da eğildiler ve bu sırada Modern Sanat Müzesinin ve o zamanki adıyla Nesnel olmayan Sanat Müzesi – bugünkü adıyla da Solomon R.Guggenheim Müzesinin duvarlarında asılı duran eserlerden etkilendiler. Modern Sanatlar Müzesinde bulunan Matisse’in Kırmızı Stüdyosu ve Monet’in Nilüferleri o güne değin hiç kimsenin işlemediği konuları ele almaktaydı: Matisse’in yapıtı durgun bir renk alanını belli belirsiz uzaysal ve aralıksız bir biçimde yorumluyordu.

Yazıyı Paylaş